Paris, Paris,
Paris...
Ne buldunuz bu
yalnız şehirde?
Aşıklar şehri mi?!
Boş versene!
Yalnızlıktan kırılan bu hüzünlü şehrin ilacı sevgiden beslenmek midir? Kimsenin
bu kadar cömert olmayacağını düşünüyorum.
Bir sokağında bile yaşatmadıkları Brel’i, sadece bir lisede bulabildim. Ne de olsa bir Belçikalı
değil mi?! Merde!
Sokakları sidik
kokan bu şehir, bana sadece sensizliği hatırlattı. Her köşesinde karşıma
çıkacakmışsın gibi, herkesin yüzüne baktım ilk iki gün. Bir mucize bekledim
Paris’ten. Bir mucize!
"Kendine gel!" dediğimde önüne bakan birisi olmuştum bile.
İlk gün uzun
zamandır görmediğim birisinde kaldım. Sohbet güzeldi... Evet, sohbet güzeldi.
Sonra bir barda, başka birisine yönlendirmekten başka bir şey yapmadım.
Sokaklarında
kaldım akşamında Paris’in. 13 saat yürüdüm. Bir saniye durmadan. Anlatırım
sokaklarındaki yalnızlığı. Anlatırım hüznün kraliyetini. Taç takılmasını
beklemeden. Yalnız bir şehir Paris. Olabildiğince hüzünlü.
Sevdiğim yerleri
var şüphesiz. Asla anlamayacakları kötü Fransızcası ile Brel dinledim bolca.
Her metro durağında. Her bağlantı noktasında. Ne Brel anlattı Paris’i, ne de
gördüklerim. Boşuna değil orada
gömülmeyi istemeyişi.
Notre Dame’ın
arkasındaki aşıklar köprüsüne kilit takıp anahtar atamadım ırmağa. Aşıklar
şehrinde bir başıma kaldım. Hayalin ve ben.
Bir vesikalık
fotoğrafın kalmıştı elimde. O gün Sacre Coure’a gittim. Yalnız. Erkenden.
Güneşin ışıklarıyla aydınlanan sokaklarında sıyrıldım kalabalığın arasından.
Oradaydı. Beyaz. Alımlı. Bir kadın gibi. Aşkı anlar dedim. Bir mum yaktım sana
ve bana dair. Dilekler sıraladım ümitsizce. Bir damla yaş ile, elimdeki
madalyonu bir çocuğa verdim. Bir mum yaktım, ilk kez kendimi düşünmeden. “Onu
bana geri ver” diyerek. İsa’nın tam altında kutsadım aşkımı sana sormadan. Sana
yutkunarak. Sana boğularak.
Aşağıya indim
doğrudan. Şarap ve krep ile. Başımda hüznün bulutları, dudaklarımda sen.
Haykırmak istedim
dünyaya. O gün. Orada. Anlamadılar. Anlamazlar. Anlamayacaklar. Paris, Paris
olalı böyle acı hissetmiş midir?
Louvre, La
Fayette, Pompidou, hepsi yalan. Sonraki gün tekrar gittim Sacre Coure’a. Resmin
elimde. Bir bar buldum. Sıcak şarap yapan. Çok güzeldi. İçtiğim her andan daha
güzel. Aklımdaydın, belki ondan.
Resmini oradaki yüzlerce
resmin arasına yerleştirdim. Ağlayarak ayrıldım senden bir kez daha.
Cüzdanımdakini yanımda tutarak. Seni Kutsal Yürek’te bıraktım. Aşkımın doruk
noktasında. Seni hak eden tek yerde. Yüzlerce gülümseyen yüz arasında. Bir krep
ve bir kadeh sıcak şaraba...
Sidik kokar Paris’in
sokakları. Köpeklerden sanırsın. Değil. Aşıkları Paris’in. İşerler
olabildiğince sokaklarına.
Metrosuna hayran
kaldım ama. Belleville’e uğradım. Hatırasını yaşatarak beraberliğimizin.
Üçüzlere bakındım. İzlerine. Ara ki bulasın. Yalan!
Paris’in
sokakları hayvanları sevmez. Kedi bulamazsın asla. Sahibinin hükmü altındaki
köpekler dışında, güvercinlerdir kalan. Semirmiş...
Köpekler var,
sıcak, keyifli... Evsizlerin kucağında. Onlar bile tasmalı. Küpeli değil. Ah
İstanbul! Ne cömertsin!
Aşkı aramadım
Paris sokaklarında. Aşkımı taşıdım Paris sokaklarına. Görsün diye. Öğrensin
diye. Gerçek aşkı bir kez daha anlasın diye. Ağladı o gece Paris. Ağladı yalnız
sokaklarına. Ağladı üzerime. Ağladı tüm gece boyunca yalnızlığıma.
Fransızca
konuşmaktı derdim giderken. Konuştum da. Herkes iyi davrandı. En rahat sınır
geçişim oldu.
Kadınlar da
erkekler de alıcı gözle süzdü beni sokaklarında Paris’in. Güzel binalardan
yansıyan ışıktı onları bana yönelten. Daha doğrusu onlar öyle sanıyordu.
Aşkımdı beni güzel kılan. Her şeye rağmen kaybetmediğim. Sevdiğim. Sevdiceğim.
Sendin beni güzel kılan. Üçüncü gün bakışlara gülümsemeyi öğrendim. Teşekkür
edercesine. "Beni güzel bulmanız ne güzel! Bir de sevdiğim kadın güzel bulsa" diyerek.
Bahçelerinde çöp
bulamazsın sidikli Paris’in. Her şey bir yana, “günaydın” de herkese. Gün gerçekten
aydınlanacaktır Paris’te.
Herkes İngilizce
konuşabiliyor. Sadece Fransızca başla. Onlar dönecektir İngilizce’ye. Beni
Fransız sandılar, her yerde. Hep Fransızca konuşmaya çalıştığım için belki de.
Bir Norveçli de Fransız sanınca. Ben de ait hissettim bir an yalnızlığına Paris’in.
Çala kalem yaşadım gecelerini Paris’in. İki kadın evine davet etti son gece.
Gitmedim. Heyecan değil aradım, gerçek sevgi. Onu bildim Paris’te.
Ağladım
sokaklarında Paris’in. Keşke sen de olsaydın yanımda diye.
Müzisyenleri
sevmez sokakları Paris’in. Garibaldi tek kalan. Varsa yoksa yazar, felsefeci.
Paris yazan değil, söyleyen bir şehirdi oysa gözümde. Yanlış tanımışım Paris’i.
Yanlış sevmişim.
Bana gittiğini
söyleme. Biliyorum. Bana “gelmeyeceğim” deme, biliyorum. Ne yazık ki ne kalbim
anlar bu kelimeleri ne de her gün taşlara vurduğum başım. Bana bir şey söyleme.
Son mail’ime yazmadığın gibi. Yolun açık olsun sadece. Ben kalırım benimle.
Bu gece bir bar
sahibi çağırdı yılbaşı gecesine. “On kişi olacağız yakın arkadaş, sen de gel”
dedi. Dört yıl sonra, sana hayıflanmadan geçireceğim bu yılbaşını. Ne senin
gibi her gece dans ediyorum İstanbul’un barlarında, ne de bir aşk arıyorum,
ortak yalnızlığıma. Yaşıyorum aşkım. Yaşıyorum seni, bu kez sensiz olarak.
Oysa yanında olmak için hayatımı verirdim bu yılbaşında.
Mutlu yıllar
dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder